30 Nisan 2014 Çarşamba

emeğe saygı.

yaktı. içine çekti bir kez. sonra kapağını kapattı çakmağın. üfledi derinden. sonra bir daha çekti içine, hafif çıtırtı duymak için çekti bu kez, içindekilerden bir nebze dışa vursun istedi hem alev olsun, hem kül. hem de ses çıksın istedi. kendince anlam yükledi dumanı üflerken cigarasına. küllüğe koymak istemedi, birkaç nefes işaret parmağı ile orta parmağı arasında durdu, birkaç nefes dudağının köşesinde. uzundu cigarası, bitmeyecek kadar uzun. külleri de saygılıydı, düşmüyordu yere.

vakit geç olmuştu, oda ışığı loştu. saat gözükmüyordu dumandan. sanki vakti kapatmak için orda kümelenmişlerdi, farkına vardırmamak için geçen zamanın. tik-tak'lar duyuluyordu bazen, bazan onlar bile olmuyordu. ışığın vurduğu yerde bir yazı vardı, sanki ne olursa olsun okunması için oraya asılmıştı. nerede, ne şartlar altında gördüğünü hatırlamıyordu. hatırlamasına gerek de yoktu, iki tırnak arası kendini anlatıyordu yeterince.

yağmurlu bi gündü, hafif çiseliyordu. hızlı yağmıştı, ıslatmıştı onu ama geçmişti hızı. dinlenmeye çekti kendini, sanırım etkisinin sineye çekilmesi için daha fazla. hafif tıngırdıyordu işte yağmur. o da yürüyordu kendi halinde. kafasında bir taş plak mırıldanıyordu, hafif cızırtı vardı onda da. iç sesinde bile vardı o. anlayana söylemek lazım, bir çaresini bulsunlar bunun. sahaf kokusu geliyordu bir yerden, toprak gibi. yanında pek bir şey de yoktu, bi kitap alsa son 3 gün ekmek alamayacaktı, öyle bir hesap vardı ortada. gene de girdi o sokağa, alamadı adımlarını geri, kendini alamadı. verandanın altına çekilmiş dışarıda kalan, ıslanmaya meyilli kitaplar. o da dinlenmek için girdi oraya. yalnız değildi orada. baktı biraz kitaplara, ayın sonunu hesapladı. vazgeçti. sokağa döndü sonra, gözüne bir şey çarptı. siz şöyle diyordunuz sanırım "ben buradayım diye bağırıyordu". hah, işte öyle. durdu, içine işledi birkaç kez. defalarca, sayılmayacak kadar. dükkan sahibine gitti hemen, yazıyı gösterdi. nerede bulabilirim bunu dedi, adam tarif etti. gitti, yağmuru, kendini, sonunu hesaplamadan. dediği yerde vardı, aldı hemen. bilmediği bir söz değildi, unutmaya çalışmıştı sadece. ne kadar ben sürekli yalnızım da dese, seslendirmiyordu. etkisi geçsin demişti, gerçi böyle yaşadıkça ne kadar geçer bilmiyordu. bu vakitten sonra da unutmazdı elbette.

hatta işlenmişti. basit yazıydı, basit yazılmıştı ama derine işlerdi, işledi de o gün. çok beklenti yapmayın şimdi sayın okur, sonra hayal kırıklığına uğrarsınız.

olric seslendiriyordu sanırım onu da. o loş ışıkta, o dumanların arasında o vardı ;

"yalnızlığına iyi bak, sahip çık. kaç kişinin emeği var onda kim bilir ?".

bunu da niye mi almıştı, emeğe saygı için..

bunu da dinlersiniz, eğer isterseniz.

28 Nisan 2014 Pazartesi

soru işareti.

İnsan bir kez doğmaya görsün, hemen ağlayıverir, sanki ilerde ne kadar mutsuz olacağını göstermek istermiş gibi. Bir demo sunar bize, içim yanıyor, sizin havanız yakıyor beni der metafor olarak da. Havanız batsın der, bağıra bağıra. Uterus sendromundan yeni kurtulmuştur, doğumu bir kurtuluştur ama pek de böyle devam edecek gibi gelmez ona. Hemen bitiverecekmiş gibi gelir. Bizim anlamadığımız ve hiçbir zaman da anlayamayacağımız bir dilden konuşmaya başlar. (İnsan belli bir yaştan sonra 40 kHz'in üstündeki sesleri algılayamaz. Sanırım bebeklerle iletişim eksikliğimizin bir sebebi de bu.)

Bu doğmaya görsün lafı da çok garibime gidiyor, ben uydurmuş da olabilirim. Böyle bir sözcük yoksa da kusura bakmayın sayın okur, anca böyle başlayabilirdim  bu yazıya. Çünkü, iki kelime de bağlantılı gelir bana hep. Her nefeste yeniden doğduğumuzu ve saniyede 24 kare kaydettiğimizi düşünürsek, sürekli birlikte yürüyen eylemler olduğunu anlarız.

Mutlu olduğumuz anların toplamının 15-20 dakikayı geçmeyeceğini biliyoruz. Azınlık iyi bir şey burada, bunu irdelememize gerek yok. İrdelemek daha doğrusu size bırakmak istediğim nokta şu; mutlu olduğumuz anların dışında ne görüyoruz, neler doğuruyor bilincimiz, nelere gebesiniz? Daha önce gördüklerinizden hiç ders çıkardınız mı? Ne kaybederek geldiniz buralara? Elinizdekiler size ne kazandırdı? Ya da değiştireyim soruyu, yanınızdakiler size ne kazandırdı ya da kaybettirdi?

Siz bir doğmaya görün, sizde kimler ne görecek, ne biçecek size...

23 Nisan 2014 Çarşamba

kara tren

Siyah. Karanlık. Renk yok yine. Olabilir belki, örtünmüş ama. Bir şeylere bürünmüş yine. Bürünme, saklanma ihtiyacı hissetmiş. Olduğu yerde durmak, gözlemek ama gözetlenmemek. Kırmızı, mavi ya da beyaz. Fark etmez bu, belli değil sonuçta. Hissettirmiyor sana kendini. Amacı da bu ya, neyse.

Renkler bile ne kadar dobra ve cansız da olsalar, kaybolma ihtiyacı duyuyorlar. Sen içindekini açığa vurmak için kullanıyorsun, seni saklıyorlar senden, kendinden. Sana senden daha çok hakim. Seni sen yapıyor. Seni ortaya çıkarıyor. İnsan, hep somut şeylerin rengini arar, duygularına göre giyinir. İroni mi diyordunuz, çelişki mi?

17 Nisan 2014 Perşembe

Veda Mektubu

"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup, can vererek beni ödüllendirse; aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır...

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim.Başkaları uyurken, uyanık kalmaya gayret ederdim.Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir,sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.

Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar söylerdim. Gozyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı...

Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım.

Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.

Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım.

Yaşlılara ise, ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim. Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkum ettiğini öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak.

Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim.

Mutsuz bir şekilde...

Artık ölebilir miyim?"


Gabriel Garcia Marquez

15 Nisan 2014 Salı

Bir insanın yıkılabileceği anlar vardır. Tek yumrukta nakavt gibi. Gitmek gibi. Ölmek gibi. Bir sürü duygunun ya da olayın karışmasından kaynaklanıyor yani anlayacağınız. Bildiğim bir şey varsa, bir insanın hayatında teselliyi martaval bulduğu anlar vardır. Fazlasını öğrenecek kadar yaşamadım. Yaşasam da öğrenemem sanırım. Tecrübe farklı bir şey. Acıların birikmesi ya da öğrenmek değil. Kesinlikle bir alakası yok. Bana öyle geliyor.

Yıkılabileceği anlar derken, başkasının sana yaptıklarından bahsetmiyorum. Sonya'nın dediği gibi, 'ne yaptın sen kendine böyle?'.

11 Nisan 2014 Cuma

The Future



küçüktüm. kaç yaşımda olduğumu hatırlamıyorum. bir şeyin olmasını istediğimde olduğu zamanlarmış, sanırım. öyle bir zaman dilimi var sanki. ağlayıp sızlayıp istediklerimizi elde ettiğimiz dönem. benim demeye çalıştığım böyle bir şey değil ama. daha çok o olmazsa büyümeye devam edemeyecekmiş gibi bir duyguya sahip olmak. kış vaktinde kızak olacak mesela. tamam, hatırladım. boyun bir karış uzamasına sebep veren olaylar. her vakte de uyuyor hani bunlar. ev inşaatının olduğu yere ağaç dikecez illa deyip durmuşum. nedendir bilmem, hala daha kaynağını bulamadım. kış vakti, güzel güzel kar yağdığı zamanlardı o zamanlar, dedemin elinden tutmuşum (zorlamış da olabilirim) olay mahalline götürmüşüm. koca adamı uğraştırıp dikmişiz fidanları. sonrasına dair aklımda kalan tek düşünce, bi işe de yaramadın, ne diye uğraştırdın adamı?

milletin başına iş açıyoruz sürekli. meyvesini sonra yiyoruz. ne fidanı olduğunu söylemeyeyim, canınız çekmesin şimdi. sorunumuz bu bizim, ya sürekli kendimizi düşünürüz ya da geleceği. the future. birini tanıyorum, anlatmaya çalıştığı mesajın alınmasından hoşnut. çaba var sonuçta, bir gelecek var. burada yazıldığı gibi, insanın gelecek umudu..

milletin başına iş açıyoruz sürekli. şu anda size yaptığım gibi. bir sorumluluk yüklüyorum mesela. doktorlar, hastalarına ümit vermek zorundadır. böyle bir eğitim alırlar mı bilmiyorum ama hepsi bu bilinçle çıkar oradan. ya da mahkemede iki avukatın da müvekkiline işlerin kendi lehine çözüleceğini anlatmak gibi. sosyal sorumluluk olayları. toplum baskıları. beni fidan dikmeye götüren şey çocukluk ya da farkında olmadığım bir bilinç, dedemi oraya götüren ben, toplum/mahalle (torun) baskısı. bir de, bunların aslında benimle alakalı olmadığını da biliyorsunuz di mi?