28 Aralık 2013 Cumartesi

şuydu bildiğim; dinlediğim şey ne olursa olsun, söylendiği üslup belirliyordu duygu durumumu. meğer içerik ne kadar da önemliymiş. aslında buraya bile yazasım yok ne olduğunu. hitabet gücü değilmiş önemli olan, onu bilin ama.

27 Aralık 2013 Cuma

yanlış

İnsanlara ya da siz artık nasıl hitap ediyorsanız onlara (tuzsuz aşı da katmak yanlış olmaz buna), onlara verilen değer ya da önemin yanlışlığı üzerine;

Büyük yanlış.

23 Aralık 2013 Pazartesi

tesadüf mü yoksa tevafuk mu?

ben, sokakta yürürken sigaran için ateş isteyebileceğin herhangi bir adam olabilirim ama, sigara senin için önemli olmasa da, ateş; bazıları için çok şey ifade eder. dikkat et kimden ne istediğine.

21 Aralık 2013 Cumartesi

olmaz bir iş imiş.

Ben adam olmam. madam da, yapmayın şöyle espriler hemen. neyse, az önce çok değişik bir şey öğrendim. bunun aşk ya da bahsedildiği üzere sevgi ile falan alakası yok. bu, yedirememek. ilk kez gelmiyor başıma ama yine aynı mallığı yapıyordum ki, dedim ya önceden de, döndüm. ağlasam geçer mi bu? geçmez. geniş zamanlı kullanma diyeceğim de geniş zamanlı oluyor değil mi bu iş? saçmalamayın, ben acı çekmiyorum sadece yediremedim kendime hepsi bu.
neden yediremedim çünkü karnım o kadar süredir açtı ki bu yemeğe, elinde salatalık olana hemen tuz ile koştum gittim.

şimdi diyeceksin ki bu aslında senin çektiğin yedirememek, şu, bu falan değil diye ama yanılıyorsun. neden? çünkü gerçekten kendime nasıl kapılayazdığımı anlatamıyorum. kimse yok buralarda, ondan. O'nunla alakası yok, onun için anlamında. için de değil hani onunla alakası yok yani. bak yine o dedim. kurtulamıyorum, her yerde.

kendine gel lan kendine. katren kimsenin umurunda olmaz. ne umuru, sikinde bile olmaz.

az önce, dedim ya, çok değişik bir şey öğrendim. ben öğrendim. öğrenmeyi her şeyden üstün tutan ben, lanet ettim okumayı öğrendiğim güne. bu, ilk olmuyor. dedim ya bir kere daha başıma gelmişti diye. öğrenememişim demek ki. sanki siz olsanız öğreneceksiniz.

şimdi sanıyorsunuz ki bu adamın işi gücü acı çekmek. alakası yok. sanıyorsunuz ki, işi gücü birini sevmek. bak bu olabilir, böyle oturup bir güzel sevmek güzel olabilirdi ama hayır, benim işlerim var. para kazanmam lazım. niye? bir kaç halt kaldığı yemediğim onlar için. bak yine o dedim, hey Allah'ım.

kimin ahını aldım ki ben? kime kim ettin de giydin alları?
madem ayrılmakmış senin muradın, niye beni ateşine yandırdın?

olm içim yanıyor lan, niye siz de bilmiyorsunuz? böyle elime megafon alıp herkese duyurmak istiyorum. çıkarıp ortaya koyup bu koru, alayınıza bakın amk diyesim geliyor.

benden size tavsiye. kendi gelse de, gözünüz tutmazsa yani sizden önce biri varsa eğer ve yeni bitmişse falan sakın yanaşmayın. ikincisi, hiç yanaşmayın. üçüncüsü, hiçbir şekilde yanaşmayın. dördüncüsü, süslü püslü, boyalı, kokulu olanlara ise sakın yaklaşmayın. kadın lan bu? yaklaşılır mı öyle guard indirilip de? sallayın çoğu kadının aşk muhabbettini. bak çoğu diyorum. çünkü ben köşe başında yalnız başına içen bir kadın görmedim. sokaklarda içip içip uyuyan bir kadın görmedim. bağıra çağıra yangınını söndürmeye çalışan bir kadın görmedim. diyecekler ki, toplum baskısı; hayır, bunlar zaten akıl ile yapılan şeyler değil ki toplum baskısı sizi etkilesin.

sanıyor musunuz ki güzel bir hayat sizi bekliyor? beklemiyor emin olun. sizi berbat bir hayat bekliyor. çok para kazanın, o zaman belki bir nebze hayatınız güzel olur. güzel olursa da bilin ki, ya siz saklıyorsunuzdur ya da eşiniz bir şeyler saklıyordur sizden. evet, evet emin ol bir başkası vardır.

ölüm var ulan ölüm. bok mu var sanıyorsunuz?

ne desem boş. yapmayın desem, ki zaten ben yapmam diyorsunuzdur, yapacaksınız ilk gelenle. ilk gelenin yüzüne bile bakmadan direkt olarak dökeceksiniz eteğinizdeki taşları. taşlar ile serdiklerinizi ezip elinize geri verince göreceksiniz hanya'yı konya'yı.

gecedenemeleri, gece şiirleri ile yazılıyormuş. buradan dinleyin o zaman.



20 Aralık 2013 Cuma

az değerli, bir sigara içimlik an.

Bir hatanın ucundan döndüm. niye döndüm onu da bilmiyorum. kim döndürdü onu da. ama ben döndüm onu biliyorum. az daha bir kadına aşık oluyordum. aşk demeyelim de buna sanki az daha hayatımı altüst ediyordum. bir insan kendi hayatını altüst edebilir mi? eder. hem de kendi bile anlamaz ederken. ettikten sonra anlar.

niye yaparlar bunu? durup dururken siz, bir anda çıkıp gelirler ve giderler. komik bu. acı. tatsız. kör ediyor. koku alamıyor ve gülemiyorsunuz. çok acayip. 

ülke ne halde benim umurumda bile değil. hava soğuk üşüyorum. sigara içmeyi geçtim, okumak bile gelmiyor içimden, sen düşün halimi.

böyle, karnınızın orta yerine bir öküz oturur hani. alırken değil de verirken çok acıtır içinizi. öyledir zaten, gelirken çok güzeldir de giderken çok yakar insanı. bu insanı, yakar. bu, insanı yakar. insanı değil, koysam ortaya ne kadar fakir(!) varsa sebeplenir, ısınır.

kocaman değildir böyle ufacıktır ama koca dağlara '' eğil! '' desem, kapandırsam minnacık ayaklarına, yine bir şey yaptım diyemem.

yan değil normal bakanı bile öldürsem yine de yüreğim soğumaz.

vurup kırsam mı acaba? önce dokunmak gerekir değil mi? değil. dokunmayı geçtim, önce bir bakabilsem.

fazla aşk da aşık usandırır. yürek soğumaz olur.

siz bir ihtimali hiç dikkate almıyorsunuz. kadın sevmeyebilir bir şeyi. sizi de. kadın bu belli mi olur?

17 Aralık 2013 Salı

Boş Yazı

Baktı. Öylece baktı. Devam da ediyordu buna haliyle. Gariplik yoktu bunda.

Kıvırcıktı. Seviyordu. Ben de öyle. Uzundu, saçları. Eylül gibi yüzü vardı. Sıradandı. Bir farklılık yoktu (size/bize göre tabii). Elini kızıl bardağa dolamış, sisli biçimde düşünüyordu. Sandalyenin ucuna gelmişti, sanki yetişmeye çalıştığı idealleri vardı, anında bırakıp gidebilecekti kendisini oracıkta, öylece. Mevsim bile durmuş, onu izliyordu, yani ona öyle geliyordu. Gözlerine bakmak istedi, şimdiye kadar inmemişti derinlerine, sıradandı bu farklılık. Aşağıya doğru  süzülmeye meyilli damlacıklar, sisi açıklıyordu.

Sandalyenin ucunda oturuyordu, geride bıraktıklarından kaçıyormuşçasına. Elleri de öyle bir sarmıştı ki kızıllığı, tutunacak şeyi oluşturuyordu tek başına. Karşı taraftaki yapraklara bakıyor diye düşündü önce, aklına gökyüzü gelmeden önce. Aslında bakmadığını da sonradan anlayacaktı, konumuzla alakası olmasa da.

Sandalyenin ucunda oturuyordu, kızıllığı ısıtmaya çalışarak, ya da ellerini. Her ne ise işte. Soğuk kalmıştı, buz tutmuştu bir kısmı, sanki. İşlemeyen bağzı şeyler varmışçasına sıkıyordu kızıllığı. O baskıyla kaynıyordu muhtemelen çay, kızıllık, içten içe. Çevresindekilere gösteremediği, gör(e)mediklerini anlatma çabasından geliyordu bu. Bizim tabirimizle fırtınalar kopuyordu içeride. Bunu da bir bardak anlatabilirdi sadece.

Sandalyenin ucuna oturuyordu, belliydi tedirginliği. Tekerlekleri vardı, sandalyeden bahsediyorum. Çantadan ya da başka kolaylaştırıcıdan değil. Tedirginliği artmaya başlamıştı, eliyle destek alıp yaslanmaya çalışıyordu sandalyeye. Sıkılmış da olabilir, bilmiyorum. Kızıllığı bıraktı, ses çıkarmaktan korkmuş gibiydi. Elini uzattı ileriye doğru. Yoldaşı, yandaşı, gözleri hatta, karşıladı bunu. Gecenin tenhalığından değil, yalnızlıktan da değil, ondan da korktuğu yoktu. Gözleri yalnızlıktan başka bir şey gör(e)meyen insan, bundan ne kadar korkabilirdi? Ve evet. Görülmemekten korkuyordu, başka bir şeyden değil.

Baktı. Öylece baktı. Devam da ediyordu buna haliyle. Gariplik yoktu bunda. Olacaktı ama. Göremeyenin yalnızlığı(!), görebileni etkilemişti.

Gidiyordu kıvırcık.

Cigarasını çıkardı, kibritiyle alevlendirdi. Kızıllık istedi bir tane, sıcakken derine işler çünkü, bilirsiniz.


Öyle işte. Boş. Boşluk. Karanlık. Bu kadar.

15 Aralık 2013 Pazar

karmaşık yazılar 5 (salvador dali)

Kocamandı, elinin ayasını zor dolduruyordu ellerim. 

Kış gecesi karanlığı yüzü vardı, apaçık teni. Kemerli saçları vardı, fındık bir çenesi, bade burnu. Kıvırcıktı, halbuki hiç sevmem kıvırcığı ama işte insan en sevmediği yönlerden başlıyor sevmeye bir kadını, kadının sevmediği değil. Sevdiğinden de değil. Sevdiği içinde de değil. Farklıydı yani işte söylemeye çalıştığım. Kader Mecnun ediyor, Leyla bahane. İçki değil, meşk şahane. Aklında kalan bir çift göz. Sonrası Erasmus dan salvo atan da(e)liye övgü.

eskilerden.

karmaşık yazılar 4 (kızılçam ağaçları)

kızıllarını çıkarmış bir kadın gibi batıyor burada güneş. sevemedim. hata benim, günah benim, suç benim kadın. çok farklı sandım ben herkesi, her şeyi. öyledirler belki, yaşım küçük daha benim. Ne yani şimdi durup dururken, hiçbir şey yapmazken yani biz, kötüye mi gidecek her şey? kar mı yağdıracaksın güneşin kızıllığını kaybettiği her yere? uzun uzun anlatmak var içimde ama konuşamıyorum işte. sana yazdığım her kağıt parçası ile servileri, kızılçam ağaçlarını zor durumda bırakıyorum sanki.

ağlayamıyor, anlayamıyorum.

anlatamadım değil mi yine? bitmedi ki anlatayım. işte temel problem bu, bitmiyorum, bazen öyle bir el geliyor ki bitemiyor, bitmiyorum. masadan kalkıp birilerinin elini tutamıyorum, kağıtlara dokunuyorum. en ilkel oyunu bile beceremiyorum, görenler kumarbaz sanıyor ama ben kağıtları kesemiyorum. mintanını giymiş bit kadın gibi çıkıyor burada ay, geceler içinde gündüzleri arıyorum.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 3 (zor)

''Söylesinize, kimin en sevdiğisiniz?''(e.s)

Sorulunca insanın dudağını büktüren birkaç soru kalmıştı, nereden buldunuz ki siz bunu şimdi? Ben de amelie'nin (le fabuleux destin d'amelie poulain) gelinciği değilim ben kimsenin'i hatırladım şimdi ha. Ellerin bu kadar güzelken, sen neden bu kadar üzülüyorsun ki? Söyle hadi söyle, çekinme benden. Bendenizim sana. Konuşmak istiyorum sadece seninle ben. Evet, bu; seninle ben.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 2 (dokunabilmek)

Dokunmaktan bahsediyorum burada. Buraya, evet tam olarak; dirseğim ile pazularımın birleştiği, tatlısu ile tuzlusuyun birleştiği, fakat birbirlerine karışmadığı yere. İlk ressam-insanın mağaralara çizmek zorundalığını hissettiren; elindeki ilkel kalemvari varlık ile mağarasının duvarına şekilleri sonsuza kadar kaydedip saklayarak, onları tanrısal bir güç ile tutsak alma fikrinin gelip çattığı andaki dokunma hissiyatı. Elini yakan fakat ağzında kolayca dayanabileceğin sıcaklık veren bir his. Oysa çok masumane bir fikirdir bu, dokunabilmek. İnsan inandığı her ne ise ona dokunabilir mi? Sen inandığın yaratıcıya dokunabiliyor musun? Görmeden inandık, dokunmadan tapabiliriz. Evet, varlığımızdan haberi bile olmadan bir kadını da sevebiliriz. Çok acımasızcadır fakat yapabileceğin en son şeydir yazmak; ona yazmak(!), zarf atmak, açıklamak, bahsetmek, başlamak ve bitirmek. Neden sevgi ile ilgili her şey edebiyat (yazı yazmak) ile ilgili ki? Bence onlara dokunamadığım için, çünkü biliyorum ki; üzerinde elini gezdirmek dokunmak değildir. Yazıların bağırdığını gördüğümden beri yazara ve elinde kalem olan her şeye saygılıyım. Şimdi sen burada yazarın aklından geçen tamamen aşktır desen, yanılırsın. Çünkü burada bahsettiğim şey; gecenin bir vakti aklımdan geçen, aslında geçemeyen sıkışıp kalmış bir fikir bu, yalnızlık gibi görünüp fakat benim metabolizmama (insan- humanbeing) sahip bir varlığın eksikliğini hissettiren, dokunamamanın vücutta yarattığı etkiye verilen o kimyasal tepkidir. Aslında fonda çalan şarkı öyle bir dokunur ki; yediğin yumruk değil, midene bir kelebek istilasıdır, evet dostum dokunmak aslında gözle de, kulakla da olur, sadece nasıl hissetirdiğini bilmelisin.


Eskilerden.

karmaşık yazılar 1 (hiçbir şeyden bahsedememek)

Uzun anlatacağım bu sefer. Bitmeyecek gibi geliyor. Sıkıntım yok, sadece herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda aniden ''neredeyim ben lan?'' durumu bu. ve burada imla kurallarınıza da uymayacağım. Karmaşık olan şu; sahiplik durumu. Bahsedeceğim şeyler hormonların, insanın konuşmasına (kastedilen yazmak) olan etkisinden değil. Belki de öyledir. Aslında hep öyledir. Aslında, asıl diye bir şey deyoktur. Hep'in olmadığı gibi. Şimdi burada Hep'e bir anlam yüklemişim gibi görünüyor değil mi? evet yükledim. Onu zaten cepteymiş gibi gördüğümden mi? evet ondan. Asıl'dan (bak şimdi asıl'a da yüklüyorum) söz ederken, hep; sanki hep benimleymiş de sanki sizin haberiniz yokmuş gibi söyledim. Peki neden? çünkü hep bana ait. benim olan. benimle olan. yabancı dille düşünüyorum bu yazıyı, yazarken, yabancı dil ile düşünmek; mantıklı düşünmenizi sağlar. gülme boşuna işte ondan kem küm ediyorum(z). bunu biliyor musunuz? hayır. peki okuyacak mısınız bu yazıyı? hayır. buraya kadar çoktan demişsinizdir zaten, yazar burada ne demeye kotarıyor diye. Neyse konu bu değil. Konu, bunu gerçekten yapıyor oluşunuz. ciddi ciddi hem de. Bu yazıyı 5.yüzyılda yazacak olsaydım, yazamayacak mıydım şimdi ben, neden? çünkü ingilizce yoktu o zamanlar, en azından bence öyle. neyse konu bu da değil. konu; bitmek bilmeyen sahip olma isteğiniz. senin bunu beğenmiyor oluşun, bu yazının kötü olduğu anlamına gelmez. manyak mısınız, dalga geçiyorum lan. sana demedim, kelimelerle konuşuyorum, aslında anlamsız sesler ve çizgilerle. konu tam olarak bu işte. konu, vazgeçtim söylemeyeceğim, cinslik değil mi?

eskilerden.

3 Aralık 2013 Salı

Platonik aşk'a dair; küfürlü ve kadın parfümü kokan anlık bir nefes.

Bu, herkesin mutlak bir zaman diliminde ya da halen sahip olduğudur. Hay amk, ne diyeceğimi bile unuttum. 

Etkisi böyle bir şeydir işte. Görmeniz gerekmez illa ki, O’nun varlığından bir alamet, nefes düzeninizi değiştirebilir.  Vardır amk, vardır oralarda bir yerlerde. Şimdi, bilenler bilir, bu abazalık denen şey ferman dinlemez. Üstelik, biliriz ki, insanı üç şey yönetir; akıl, hormon ve duygu. Açıklamaya gerek yok, ne işe yaramadığı bellidir bunların. Bu işe yaramazlar işte.  Abazalığınızın bile çözümüdür, malumun orada olduğunu bile unutursunuz. İlk defa belinizin üstü bir yerle düşünürsünüz de ondan. Hormon mormon (bkz: mormon) hikayedir. Akıl desen, her şey zıttı ile bilinir kaidesinden zaten iptal olmuştur. Bir de bu daabbeler, olup olmadık yerde çıkar karşınıza. Mesela, önemli bir sınavınızdan önce ya da dikkat isteyen bir iş yapmadan önce. Güzel bir yemek sipariş etmeden önce de olabilir, cool bir tişört seçerken de. Eros’un kıyakları işte.

Oralarda bir yerde dururlar. Artık ya karanlık gecelerinizde bir yudumluk ışık için, ispanyollar’ın ‘’luz’’ dedikleri, ya da geceleri daha da karanlık hale getirmek için.

Ne bileyim, bir dönüp bakmazlar işte sana doğru, gül cemallerini yediklerim. Gerçi baksa heyecandan kendinizi sikersiniz o da ayrı tabii.

Niye var olduklarına dair net bir bilgi yok, hep puslu, blur, flu.  Ama aşkı yaratan, her neye tapıyorsanız işte, (ateler de dahil ) bunu, yeryüzünde bir  insanın aslında hiçbir şey yapmadan tüm hayatınızı mahvedebileceğini göstermek için yaratmış olabilir. Dedim ya, hep puslu, hep tanrısal sanki. Aşk ne la? Deme sakın, öyle kolay olmuyor o işler. Sana denk gelmemiştir ya da sen denk getirememişsindir. Otur buna ağla. Olum o değer verdiğin şeyleri, yanında aşık olmadığın, sevmediğin biri varken götüne mi sokacaksın? Affetme beni, çünkü aynen bunu yüzüne de söylerim. Bu kafaların hepsine de söylerim. Düşün; tus’u kazanmışsın ama buna seninle beraber sevinecek, şöyle böyle yaparız diyecek, karşı cinsten, kan bağının olmadığı kimse yok. 

İçi; su, kan ve kemik dolu bir et parçası olan sen, yine içi su, kan ve kemik dolu bir başka et parçasını ikna edememişsin. Korkmuşsun ondan. Çünkü seni yer değil mi? Keşke bi yolu olsa da bir yerde haberi olsa senden değil mi? Değil amk, sen bu kafayla giderken, azıcık medeni cesareti olan birisi alcak onu. Gerçek bu, onu başkası alacak. Başkaları cehennemdir diyen Sarter, başka ne tür bir an için söylemiş olabilir ki zaten bu sözü?

Şimdi burada bahsettiğim başeri aşk biraz daha. Ancak ileride, boşluk bulduğum bir zamanda yani, ilahi olanını da, sadece maşuklu olanını değil, aşıklı olanını da yazacağım. Buradaki ilk yazımda neden böyle oldu derseniz; küfürlü olsun ki, samimi olsun. Zaten ileride beni tanıyınca anlayacaksınız nasıl bir adam olduğumu. Açılışın neden bu konudan olduğunu soracak olursanız da; yaratıcı ilk olarak aşk’ı yarattı ve o zaman sadece tek taraflı olduğundan, evrenin eski duygusundan başlayayım dedim.

Aşkla kalmayın. Bir bok olmuyor, kodumun asosyalleri sizi.