Sıradan, standart olayların vuku bulduğu bir gündü sayın
bilinmeyen okurum. Ortaya baktığında kimsenin sesini bile çıkarmadığı, bildiğin
tipik bir gün işte. Size de neden bahsediyorsam bunlardan, aslında bir fikrim
de yok. Neden “sen” değil de “siz” kullandın diye soracak olursunuz siz
muhtemelen, sormasanız da ben açıklayayım. Ben, kendime “siz” diye hitap
ederim, sevdiğim bir abinin de söylediği gibi. Saygınlığın ilk kuralı budur.
Kendinizle aranıza mesafe koymazsanız, başkalarından da bunu bekleyemezsiniz.
Aslında istediğim bir giriş cümlesi idi. Ne kadar cümle
olmaya hak kazanamasak da sizinle tanışmış olduk. Neyse. Başlangıçta hep böyle
olur, siz de bilirsiniz. En son ne zaman bilemediniz ki? Bir masaya
oturduğunuzda, aslında kasıt olunan şeyin sandalye olduğunu biliyorsunuz
mesela, ortaya bir laf atsak da iki muhabbet etsek diye çabalayıp durduğunuz
bir vakitten bahsediyorum. Bazen emek sarf ettiğiniz, oluşturmaya çabaladığınız
bu sohbetin kişisinin yirmiye kadar saymak için çoraplarını çıkaran kişi
olduğunu fark edersiniz. Konumuzla da alakası yoktu ama söylemesem çatlardım
muhtemelen.
Yazıyı da buraya kadar nasıl okudunuz, nasıl tahammül
ettiniz bana bilemiyorum. Muhtemelen (bunu da çokça kullandım) okumadınız da.
Ben de karmaşık bir şeyi anlatmaya çabalayacaktım ama daha giriş için bir cümle
bulamadım. Aslında roman gibi giriş, gelişme ve sonuç olacaktı sayın bilinmeyen
okurum ama gördünüz ki hiçbir şeyle ilgilenemedik.
Mühim değil, gelecek sefere okurum, gelecek sefere…