28 Mayıs 2013 Salı

Patika

Dolunay aydınlatmayı devralmış, sadece onun geçtiği yerleri gösterecek kadar veriyordu ışığından. Hafif aydınlatma, kendisinin bilebileceği izler, yol gösterici şekilde konumlanmış ağaçlara, bir de karanlığın bu saatlerine bakılırsa, aradığını çoğunun imrenerek baktığı, sahip olsa bile hangi amacına hizmet edeceğini bilemeyeceği evinden, çiftlik evinden çıkartacak bir sebebi vardı belli ki. 
Çıkarken bahçivan fark etmişti. Onun da uykusu kaçmıştı. Belki yorgunluktan uyuyamamıştı, belki yitirmenin o ancak tadılarak (bilinmemesi en güzeli aslında) farkına varılabilen acısını “Baba”sını kaybederek yaşamanın hüznüyle uykusunu kaçırmıştı. Aslında kaybedeli olmuştu biraz. Bırakamadığı sigarası, ciğerlerini esir alıp kalbine hükmetmişti. Kendisini durdurup yokluğuyla yakınlarını cezalandırıyordu. Bunun kanıtıydı sanırım o cigaralar, o kaçan uykular, dolan gözlerin dolunayda parıldaması. Büyüğünü, ilgilenenini, bilenini kaybetmenin verdiği “şey”i bildiğinden olsa gerek, ilgisini hiç eksik etmezdi, küçük sevimli yeşil cennetinden. 
Yolun yarısını geçtiğinde ceplerini bir kez daha kontrol etmek istedi. Tütün, çakmak, pipo. Gerekli somut şeyler mevcuttu. Akşamın son demlerinde hafiften varlığını belirten bulut, yükünü hafifletmişti. Bu serinlik ondan geliyordu, inceden inceden. Dolunay eşliğinde hedefine doğru yol almaya devam etti. Adımları ne sert, ne korkaktı. Yumuşak ama kendini belli edecek derecede cesurdu. 
İlerledi. Ağaçların ışıkla yaptığı oyun, erişilmek istenen bölgeyi açığa çıkarmıştı. Yaklaştıkça yavaşladı. Yerlerin nemli olduğunu bildiğinden, üşümeyi göze alarak ceketini çıkarıp yere serdi. Ceketini niye mi çıkarmıştı? Islanmamak için değil, tatlı esintiyi hissedip her şeyin farkına varmak için yapmıştı bunu. Zaten sorun üşümemek ya da ıslanmamak olsa, evinden hiç çıkmazdı.
Gökyüzüne baktı. Ağacın izin verdiği ölçüde ulaşabildiği; çukurları, izleri bu kadar uzaktan bu kadar net belli olan, gezegenimizin uydusuna baktı. Hiç bıkmadan etrafta dolanan, hep tek yüzünü gösteren, sanatkarların eşsiz betimlemelerine mazhar olan beyaz-gri oluşuma. Bu arada eli cebine gitmiş, somut varlıklar profesyonel (kendince) sayılabilecek nedenler için özenle hazırlanıyordu. Tütün yerine yerleşmiş, pipo muazzam yerinde hazırolda bekliyordu. Alevin eşlik etmesiyle beraber ilk gri sürüler ortaya çıkmaya, devamının geleceğini belli etmeye başlamıştı bile. 
Evet. Tütün aleve erişmişti, ulaşmıştı. O, kendisi için tasarladığını düşündüğü ağacın köklerinin oluşturduğu konaklama yerine ulaşmıştı. Hilal mehtaba, çiçekler ustasına, ağaçlar (belli zamanlarda da olsa) güneşe, duvarlar kapıya, çerçeveler pencereye, kalem kağıda ulaşabilmişti. Kimi istemli kimi istemsiz olaylar, kendi hallerinde cereyan ediyordu. O niye istediğine ulaşamıyordu, mevcudiyetinde bu kadar realite gözler önündeyken? Tabi çocuksu duygularla her istediğine sahip olabileceğini düşünmüyordu. Bu, yaşanmışlıkların tümüne saygısızlık, hakaret olurdu. Ama O’nu istemesinde herhangi bir engellilik söz konusu değildi galiba. Yani sanırım öyleydi, öyle olması gerekiyordu. Aşka bu kadar kolay ulaşabiliyorken, neden onu yaşayamıyordu? Yaşayanlar vardı tabi. Bu durumun imkansızlığını ortadan kaldırıyordu. Mesela parktaki genç, sevgilisinin hislerini üflediği “Ney” sesine ulaşabiliyordu, aşkını yaşamanın inkar edilemeyecek derecede mutluluk veren gözleriyle. O konuşurken de varlığının kıymetini bilen kişilerin ruh pencereleri duygularını en içten şekilde dile getiriyordu. Kalplere ulaşmak bu kadar kolay iken onun için, neden kalbinde yaşayamıyordu? Geceler her ikisi için de uzun ve yalnız iken niçin birlikte mükemmeliyeti yaşayamıyorlardı? 
Sorulara yanıt olmaya çabalayan, sorunlarına yanıt olamamıştı. Düşünceleri bile günahkar olduğunda olmalı, hislerini güzele bağlayamıyordu. Yanında bile uzaktı, sanki tüm istediği ona inattı. 
Düşünceleri kendi halinde seyredip, sonuçlanmayı amaçlarken, tanıdık ama dalgınlığın verdiği ürperti ile irkildi; 
-Kenan! 
Abisiydi bu sesin sahibi. Bahçıvanın onu görmüş olduğu aklına geldi. Babalığı biliyordu. Başına gelmesi muhtemel şeylerden korkmuş, ama düşünceli olduğunu bilerek onu en iyi bilene haber vermişti. Abisi geldi, elini uzattı, kaldırdı ses vermeden kardeşini. Ceketini abisinin alması, patikanın yavaş ilerleyeceğini, abinin dinleyeceğini anlatıyordu. Birkaç adımdan sonra beklediği(bilindiği) gibi olmuştu; 
-Normal sağlığını zehirlemen bittiğine göre anlat bakalım, içini ne zehirledi? 
Dolunay bulutların arasına saklanmış, hafiften çiftlik belli olmaya başlamıştı. Uzatılan cigarayı aldı, kelimeler yine birleşmeye başlamıştı. 

23 Mayıs 2013 Perşembe

DELİ

Anlatmak, konuşmak, mutluluk… Bunları daha önce konuşmuştuk. Bakmayın siz işteşliğin mevcut olduğuna. Deliliğim tuttu yine. Tek başına kaleme işteşlik yaptırıyorum. Karşıma O’nu alıp konuşamadığımdan, bu işi naçizane, dostluk belirtecim, kalemim üstleniyor. Kelimelere ruh üflemeye yardımcı oluyor, aslında çok canice  şeyler yaptırıyor bana, farkında olmadan. Sadece ona sahip olduğumu biliyor ya, içinden geçeni benden esirgemiyor. Kaleme bu kadar yüklenip onu şımartmayalım isterseniz. Konumuza dönelim. Yani ben bir deneyeyim müsaadenizle.
Anlatmak demiştim değil mi ilk olarak? Şimdi sen diyeceksin ki, tatlı su bile tuzlu suyla birleşmiyorken sen kelimeleri nasıl birleştireceksin? Haklısın. Eline balonu alan ufaklık, sevinmek, huzur ya da mutluluk –artık ne derseniz – hissetmek için onu bırakıyorlar, sen O’na kendini bırakacaksın sahip olduğun sözcüklerle, O da seni bırakacak, bir  çocuk misali, artık amacı ne ise.
Gözünü kararttın, anlattın diyelim. Sadece gözleri seni işlevsiz bırakabilirken, neyden bahsedeceksin? Toprağın ilginçliğinden mi bahsedeceksin, O’ndan çıkan kelimeler sana doğru aktığında? Seçmek mi seçilmek mi sorusunu yöneltebilecek misin, hücrelerini yakan gözlerini sana yönelttiğinde? Ne yapabileceksin ki karşısında, kendini bu kadar hazırlamaya çalışıyorsun? Karşısında vücudun sadece istemsiz kontrollerini yerine getirebiliyorken, alışkanlık mı bağımlılık mı sorunsalına ne denli yanıt olabileceksin?
Gördünüz mü, henüz harf bile çıkaramayacakken nelere kalkışıyorum? Daha Aşk’ın “ Can için canan mı yoksa canan için can mı?” olduğunu bilmiyorum, kalkmış “yarımsın yârim” demeyi planlıyorum.
Bir de düşündüğün gibi şey var tabi. Anlattığında anlayabilecek mi seni? İşte burada yardımıma F. Kafka yetişiyor “… ve senin önünde kendimi yere atsam, ağlasam, anlatsam bile, biri sana cehennemi sıcak ve korkunçtur diye anlattığında cehennem hakkında ne bilebilirsen, benim hakkımda da ancak o kadarını bilebilirsin.”

Ve bizim deli, yani ben, susmuşluğa devam kararı alır, yeniden…

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Gar


Her zamanki gece rüzgarı vardı. İnsanın içini ürperten, kimsesizliği iliklerine kadar hissettiren dokunuşunu hiç unutturmuyordu. Gece çıktığı çok olmazdı, hele bu vakitlerde çıktıysa mutlaka düşünülecek, ince elenip sık dokunulacak, titiz bir heykeltıraş misali fikirlerine yön verecekti. Açık bir yer bulması sevindirmişti onu, cigarasını tazeleyebilmişti.
Yürüdü. Kararsız adımlarla kendi yerine doğru yol aldı. Hava kararırken gelse idi, yine alıştığı şeyleri görecekti. Köşede bir simitçi, klübede benimsenmişliğin ifadesiyle yüzüne bakan nöbet değişimi yapmış bir bekçi, boş arazide vakit geçiren, şarkı söyleyip boş boş bekleyen gençler olacaktı, eğer normal vaktinde gelseydi.
Ortalığı aydınlatan , yolunu gösteren “GAR” tabelasını gördü. Az sonra vagonlar belirdi, karanlığa inat. Peronlara geçmeden önce, her zaman yaptığı gibi selam verdi bekçiye.
Yürüdü. İlk müsait yerden raylara indi. Karar vermek için geldi bu sapa mekana. Burada düşünebilirdi rahatça.
1’in büyüklüğü, Elif harfinin yüceliği, Sıfır’ın derinliği ispatlanmayacaktı bu cigara paketiyle. Başka basit şeyler vardı kendi gündeminde. Vazifesine başlamak için ilk cigarayı aldı eline. Başparmağı ile işaret parmağı arasındaki cigara ilk alevini verirken, içine çektiği duman tüm zihinsel ve algısal süreci başlattı. Zehir, nöronlara ulaştığında beyni tatmin olduğundan düşünceler akmaya başladı.
Anlatmayı beceremeyecek miydi? Düşündüğünü, gördüğünde hızla çarpan kalbine aldırmaksızın, yüzündeki çukurluklara ifade edemeyecek miydi? Kırmızı şeytanların onun adını söylemesi için ne kadar beceriksizlik gerekiyordu? Ya da, O hiç düşünmüyor muydu, edebiyat yapmaya çalışan bu velet, karşısında neden engelli gibi davranıyordu?
Düşünmek için bir çok sebep vardır. Kulaklık takarsın, düşünürsün. Kahve yudumlarsın, düşünürsün. İzmariti eline alırsın, yolda birini görürsün, bir şey hatırlarsın, dışarıya bakarsın… Bu kadar fazla neden varken, insanlar (O) neden düşünmüyor? Zihin işlevselliğinin önünde fiziksel varlık ne kadar hüküm sürebiliyor?
Belki de düşünmüştür, haksızlık etmemek lazım. “Şairin aşkı olmak azap verir (İ.P.)” sözünün ilk manasını düşünmüştür, yalnızlığa katlanmak cazip gelmiştir. Ya da  Yılmaz’ın dediği gibi “Şairdim, iş icabı seviyordum seni” lafına çok takılıp, kendi uğruna yazıldığında nesne gibi görülmekten mi korkmuştur? Sanırım C.Y’nin dediği sigara meselesinin ilk evresini yaşamayı kabul edilemez olarak görmüştür. 1’in büyüklüğünün yanına Elif’in asaletini getirmek yerine, Sıfır’ın çukuruna kendini atıp var olmanın hüznünü yaşadığı belli ama. Başka ne gibi bir açıklaması olabilir ki düşünmemenin? Lan, beton traversler bile raylar aracılığıyla birlikte durabiliyorlar. Duvar, pencereyi kabul ederek duruşunu güçlendiriyor. O anca çakıl taşları gibi araya bir şeyler koyup, yalnızlığın dibine dem vuruyor!
Yalnızlığın bir düşüncesizliğe anlatılamayacağını görünce, buraya gelme amacını hatırladı. Karar veremediğine karar verdi. Anlatmayı beceremeyecekti, denemenin verdiği mutluluğu da bilmeyecekti.
Yine olmadı ya. Yine. Düşünürken bile kendine anlatamadı, karşısında susarken nasıl olacaktı?
Raylardan doğruldu. Çakıl taşlarının birini uzağa fırlattı. Kimsesiz rüzgarla tekrar tanışıp barınağının yolunu tuttu.

12 Mayıs 2013 Pazar

1+1=1


Oturmak için vakit geç değildi. Evine gidebilmesi için biraz daha yürümesi gerekiyordu nasılsa. Çoğunlukla yaptığı gibi yürüme eylemine ara vermek için nezih fakat hareketli bir mekan arıyordu, kendisine kısmen isyan eden, bulunduğu kırmızılık için acı vererek gözyaşının sadece duygulanıldığı zaman ortaya çıkan yaygın tezini çürütüyordu, devinimliği ve izleri inceleyen gözleri. Neşe duydu bir ani bir ses onu mutlu etti. Sesin geldiği yöne bakarken yüzünde anlamsız bir tebessüm vardı. Ebeveynlerin bir kaçış olarak gördüğü – ki buna dinlenme de diyebiliriz- , hayata yeni yeni alışan, kendini ve etrafını tanımaya çalışan tatlı tatlı çocukların mutlu kahkahalarının olduğu bir yer vardı baktığı yerde. Park. Bir çocuk parkı. Heyecanlı fakat sakin, meraklı ama bir o kadar da yumuşak adımlarla sanki o an için rezerve edilmiş bir bank, bir kendi kendine konuşmanın dayanağı olan yere doğru adımlıyordu hayatı.
Yürüdü tahta varlığın önünde belirene kadar. Esintiyi hissetmek için ceketini çıkardı. Koymak için düzeltirken banktaki çentikleri fark etti.  Birkaçını incelemek için girintileri görecek şekilde meyillenerek oturdu. Acaba sıradan mıydı bu izler, bu derinlere işlenen oluklar? Gözleriyle okşar misali bir gezinti yaptı çentiklerde. Dikkatini çeken garip bir şey vardı. Garip, mantıksız gelen. Sonradan anlayacağını, aslında mükemmel bir işlem hatası olduğunu bilmeden dikkatle incelemeye koyuldu.
1+1=1 yazıyordu.
Bulunduğu yeri bu kadar benimseyen, bu izden bu kadar memnun olan bir girinti, sanırım rastlanırdı. Ne anlam ifade ediyordu acaba oraya onu işleyen(ler) için, hangi fark edilmeyen gerçeği gün yüzüne çıkarıyordu?
Bunu düşünürken bulunduğu yere baktı. İç ısıtan kahkahaların, neşe getiren şeylerin en çok bulunduğu yerdeydi muhtemelen. Birbirini tanımayan ufaklıklar, birbirleriyle bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Eğleniyorlardı, ilk defa karşılaşmış olmanın verdiği şaşkınlığı bilmeyerek. Biri eline aldığı küreğe kumları doldurmaya çalışıyor, öteki ise sanki tamamlanması gerektiğini biliyormuş gibi kovayı tutuyordu. Bir olmanın getirisi, mutluluk, yüzlerine işlemişti.
Bu kadar belirgin olanı nasıl görememişti? Bilim, matematik ona nasıl ihanet ederdi? 2 diye öğrettikleri sonucun burada bir geçerliliği yoktu. 1, asal sayı bile olmayı beceremeyen, çarpmanın etkisiz elemanı, toplamanın yarısı imiş meğer. Buraya oturan çift, bir olmayı anlatıyormuş, bilime en aykırı şekilde. Bulundukları şekli, mevcudiyeti inkar eden ikili, sonucu “1” yapmıştı, anlam ifade eden ilk sayıyı, tek sayıyı kullanarak.
Hem bu işlemi anlamış olmanın verdiği mutluluk, hem de ufaklıkların insanı yaşadığına inandıran sesleriyle evine doğru yol almak için doğruldu. Ceketini giydi. Çoğu birlikteliğe ibret olması gereken işlem sonucunu kavramıştı, aslında amacı başka olan parkta.
1’in öteki yarısının istediğini yerine getirmek için manavın yolunu tuttu. 

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Katil

Hislerin manyetik alanı var mıdır? Öğrendiğin, kavramaya çabaladığın fiziksel olayların mental hayatında yeri ne kadardır? Bir soru daha lazım. Varlığını hissettirmeye çalışan berrak yüzlü şahsın kıskançlığı pardon güveni ne kadardır?
Sinek vızıltısının bile tüyler ürpertici olduğu bir sessizlik vardı klasik duvarlar arasına girdiğinde. Evde oksijen yüzdesini değiştiren bir yoldaş hissetmenin verdiği tebessümle, basit bir Çin felsefesini hatırladı ansızın. Profesör katil olduğunu mu düşlüyordu, yoksa katil bir profesör olduğunu mu varsayıyordu?
Kül tablasının hislere ara veren izmarit tutmacına yeni bir anlam daha yüklenecekti besbelli. Masaya baktı, külleri etrafına saçmış, hislerden muzdarip bir küllük, çoğu şeyin (genelde yalnızlık) başlangıcını içeren, kendini temsil ettiğini düşündüren bir çakmak, görevine başlamamış bir kaç cigara tanesi. Bir de hafifletici bir sıcaklık tabiki. Bazen monolog bazen de diyalog ilerleticisi olan, rengini rivayetlere göre Nur'dan ya da Tan Kızıllığından alan, emek işlenmiş bir çay bardağı.
İlk nefesle ilk soruyu düşündü, profesör katilse? O zaman farkında olunan bir bilinmezlik olurdu. En basitinden yalan olduğunu görürsün ilk baktığın kısımda, ilk şeyde. Normalde mevcut olduğu varsayılan fakat sadece bir kandırmacadan ibaret sahte sevgi, kişiliksiz aşk. Varlığını paylaştığın insanın Sahteliğini ele alırsın. Eğer profesör katilse, sana olmadığı bir katledici gibi hislerini yok etmeye, kendi etkisi altına almaya çalışıyor demektir. Kendisinin bile olmayı beceremediği, sadece bir düş olarak inandırmaya çalıştığı Şey, aslında bir sahtekarlıktan ibaretse, temelinde güven sorunu ve kaybetme korkusu yatan kıskançlık ortaya çıkar. Karşısındakini tam olarak etkileyebilmeli ki sahte benliğini gerçek katledicilere kaptırmasın. 
Ya tam tersiyse? Yani katil olduğunu düşleyen bir eğitmen değil de eğitmen olduğunu varsayan bir katil ise?
Bu da çok tehlikeli. Sana istediğin gibi görünmeye çalışan, alnına çizdiği Q harfini karşısındakini düşünerek onun okuyabileceği gibi çizen, iknatörlükte en iyi olmayı amaçladığı için Sahtekarlığın bütün oyunlarını bilen biri ise? Oyunu yine kaybettik. İki varsayım da güven sorunlarının, yitirme korkusunun, sahip olma (yanında olmak değil!) isteğinin getirdiği kıskançlığın etkisini görüyorsun. Kıskançkıkla ne alakası mı var? Eğer seni yitirmekten(kaybetmekten) korkmasaydı, hiç bir şekilde varsayımlara dayalı, olduğu (aslında olmadığı) gibi görünemeyen bir insan tablosu çizmeye çalışmazdı. Ve yine de bir konuda haklısın. Yalan söylemediğini sadece gözlerinden anlayabilirsin...
Uçuşan küller arasından, kardeşlerine yeni bir cigara tanesi eşlik etti, yaşamını paylaştığı gelen kişiden gelen içine dokunan ses ile birlikte ;
-Yine ilk sigaranı bitirip bardağını soğuttun di mi?
Tebessüm etti, cigarasını söndürdü. Mutlu bardağın tekrarlanması için doğruluğundan şüphe etmediği gözlere baktı. Masaya giden eli bardakla geri dönüyordu..

Mola

Güneş şehri terketmeye başladığında hafiften bir esinti eşlik etmişti buna. Sigarasını yakarken hissettiği bu rüzgar, alevi bir nebze daha anlamlı hale getirmişti. Alıştığı yeri yadırgamayan tek şeydi sanırım sigara (izmarit) tanesi. Hiçbir zaman ilgisiz bırakmaz, tek başınalığın oluşturduğu farkındalığı en ücra köşelerine kadar hissettirirdi içine çektiği ilk nefes, ilk öldürücü darbe. Hislerini sigaraya atan ilk bulutumsu şey dışarı çıktığında sıradan ama bir o kadar da mükemmel bir tablo ile karşılaşmıştı. Sokak lambası güneşin işini devralmaya başlamış, vazifesini itina ile yerine getirmeye çalışıyordu. Işığın altında ilk beliren şey kiminin hayallerindeki bir mekan, bazısının ekmek kapısı, birkaçı için de manalı bir tablo oluşturan, devam etmekte olan bir inşaatın muhtemelen misafir odası kısmıydı. 
O kadar boş adamdı ki yaptığı şey, ateşi çekip umutları ya da hayalleri izlemekti.
Sigarasını yudumlamaya ince bir tebessümle devam etti, tabi bir taraftan da ışığın altındaki hareketliliği izliyordu. 
Tuğlanın üstüne harcı koyan usta, diğer tuğlayı bunun üzerine tutturuyordu. Aynı da olsalar, aynı yerden de gelseler bir daha asla birleşemeyeceklerdi. Kavuşamayan kırmızı, kısmi (bazılarında) hasarlı, dayanıklı tuğlalar. Çok ilginç geldi bu düşünce O'na, sigaranın ortalarına vardığında. Burda da mı ayrılık görür insan, böyle bir olayda bile bu yaşanır mıydı?
Bir anlık durdurdu karşısındaki hareketliliği, dondurmasını yiyen pembe giymiş kız çocuğunu, mısır satan adamı, çay muhabbeti yapan insanları, ortamın temiz kalmasını sağlayan belediye işçisini. Herkes durdu, her.şey durdu. Ayrılığın verdiği 'şey' ile durdurmuştu her yeri. Sadece tek bir şeyi hızlandırdı bilincinde. Ustanın ilerlemesini. Duvar yapımı bitti önce(ne kadar kavuşamasalar da). İlerledikçe istediği bir şeyin oluştuğunu fark etti. Üstüne gelen, çatlamış yerlerini kapatan bir şey olmuştu tuğlanın. O'na yeni bir renk geldi artık. Bir şeylerin dışının değişebildiğini, aynı kalan fikirleriyle anladı. Bir nokta daha vardı tabi atlanılmaması gereken. Dolaylı yoldan da olsa aynı renge bürünmüştü istediği ile. Bir bağ oluşmuştu, garip bir oluşum sayesinde. 
Yakın iken uzak kalmak ne kadar aşikar olsa da bir umut beslenmeli diye düşündü, izmaritinin son deminde. Umut fakirin ekmeği idi. Sadece bu kadar.
Sigara molası bitmişti artık, normal bir hayata yeniden karışmak için yerinden doğruldu, el ele dolaşan çiftlerin arasından, pembeli çocuğun saçını okşayarak sıradanlığına devam etti.

9 Mayıs 2013 Perşembe

Dışardan Bakınca

Bazen herşey mutlu bir tablo çizmek içindir. Ya içinde olmayı seçersin o ilginç karenin, ya da dışındalığın getirdiği o farkındalıkla o tablonun görünmeyen, kimsenin umursamadığı sadece ortaya çıkardığın, muhtemelen milisaniyelik bir tebessüm için onları birleştiren kişinin yerinde olmayı seçersin. 
Mutluluğun tablosu yapılabilir şeylerden midir? Sanatkar mutluluğu resmederken ne kadar gerçek kalabilir? Benliğini gizleyerek, öteki olarak bir tabloyu, sadece iç ısıtan tebessümle ne kadar anlatabilir? İçindekileri arka plana aktarmak için kaç kuru kalem ya da havada asılı kalmış toz zerrecikleri gerekir?
Ortaya çıkan şeylerin sadece o tebessüm için olduğuna inanıyorsan, yanılıyorsun! Yüreği gülen insanın mutluluğunu anlamak için ayağındaki çamura bakmazsın. Senin için sadece yüz kaslarının doğru çalışması anlamını ifade eden Şey, öteki insanlar için ne ifade ediyor, bunu içine bakmadan anlayamazsın.
Mutluluk, herkesin yaşama hakkıyla elde ettiği ilk şey olarak, hayatta bulunabilmesi en zor şey olmuştur bana göre. Duydukların, gördüklerin arttıkça, beyin kıvrımların işledikçe mutlu olma katsayın azalır. Standart sapmanın bu kadar etki edebileceği bir mutluluk düşünebilir misin? Çocuklar neden bu kadar mutlu, şimdi daha iyi anlıyorsun. Bilmezler öteki olmak ne ifade eder, bilmedikleri için mutludurlar. Cehalet, işte bu yüzden erdemdir. 
Ha, bir de Aşk var tabi. Böyle önemli bir konuyu nasıl atlayabilirim ki? Seni mutlu edecek tek şeyin bu olduğuna inandığın için aslında bu kısmı bekliyorsun. Aşk.
Aşk mutluluk getirir mi? Aradığına bağlı bir Şey'dir bence bu. Olduğu gibi kabul etmek yerine kendin oluşturursan mutlu olamazsın. Yalın bir anlatım yerine üstün tasvirler tercih ederek sürekli devam edemezsin. İçtenliğini anlatmak için susarsın. Diyemezsin ki, bir sınavda 'Aşk nedir?' şeklinde tek soru olsa, senin adını yazarım. Çan eğrisi uygulansa bütün Aşklar sınıfta kalır diyemezsin. Diyemezsin, geceler bu Aşkı kaldırabilecek kadar paranoyak değilken neden tek başıma bırakıyorsun beni, diyemezsin. Bunu dillendiremediğin için susarsın, içten olduğunu düşünerek. 
Üstünde toz zerrecikleri bulunan siyah kalem çok anlam ifade eder. Yine de bir kalemdir, değil mi? Aşk, sana Tac Mahal'i yaptırsa bile, yalın halde bir Aşk'ı temsil eder, değil mi?